Galileo Etkisi Üzerine
Biraz uzun bir yazı olacak. Bu konu ile alakalı tanımlamalar dahil tüm olguları kendim yazacaktım ancak bi kaç da alıntı yapacağım. Öğrenmeye hevesli iseniz, günümüzdeki olayları anlamak istiyorsanız okumanızı tavsiye ederim. Gazetecilerin amacının ne olduğu, topluma nasıl yön verileceği ile alakalı bir yazı olacak.
Alev Alatlı‘dan bir köşe yazısı alıntısı ile başlayalım uyum deneyleri ile noktalayalım.
GALİLE ETKİSİ
Popüler bir yanılgıya ters düşmeye cesaret edenlerin, “gerçekler”i iletemedikleri gibi, kişisel saldırılara da maruz kaldıkları, zarar görmeye başladıkları hal, “Galile etkisi” terimiyle, GE, ifade ediliyor. GE, “gerçekler”in sapkınlık, sapıklık, yalancılık, kötülük, şiddet, ihanet gibi suçlamaların karşısında savunmasız kaldığı, özüsözübir olanların toplumun dışına itilmekten kurtulmalarının yegâne yolunun, “gerçekler”i inkâr etmeleri olduğuna işaret ediyor.
“Galile etkisi,” toplumsal hakimiyetin “çeteler”in eline geçtiği,(1) çöküş süreçlerinde serpiliyor. Böylesi süreçlerde, “gerçek”in kutsal sayıldığı durumdan, “öfke uyandıran ve bastırılan” bir olguya dönüştüğü, açık sözlü, dürüst insanların dokuz köyden kovuldukları gözlemleniyor. Topluma çeteler hükümdar olduklarında, umuma hitap eden ve fakat “umumun zihniyetini” yansıtmayan sözlerin, husumet çekmeleri kaçınılmaz oluyor.“Umumun zihniyeti” kavramından murat, bir toplumun sanatından, tarımına, silâhlı kuvvetlerinden, dış ilişkilerine, eğitim sisteminden, dini inançlarına, adli mekanizmasına varıncaya kadar, yaşamını şekillendiren varoluşlar hakkında oluşturduğu “yargılar bütünü.” Bu bütün, doğduğumuz andan itibaren büyüklerimizin telkinleri, resmi ve gayri resmi eğitimin sundukları, okuduğumuz her kitap, her dergi, her gazete, seyrettiğimiz her film, her TV programı, dinlediğimiz her siyasi söylev, her panel, her konferans, her şarkı, vb. vb., uyarılardan oluşan bir telkinler toplamı olarak tezahür ediyor. Toplumlar, hayatı, böylece geliştirdikleri “zihniyetleri” doğrultusunda algılıyor, yorumluyor ve tepki veriyorlar.
Bir toplumun umumi zihniyetini kavramanın en kısa yolu o toplumun hakim medyasını incelemekten geçiyor. “Umumun zihniyeti”ni yansıtan en kusursuz ayna, “medya.” Çünkü, netice itibariyle, o bir “ürün” ve tüketici talebini karşılayamaması halinde, “ürün” üreticisinin elinde kalıyor, sektör çöküyor. Nasıl ki, bir fırıncı, meğer ki iflas etmek istesin, müşterisinin değil, kendi ağızının tadına göre ekmek çıkarmakta “özgür” olamaz, medya da okuyucularının taleplerini gözardı etmekte ısrar edemez. Medyanın başarısı, “umumun zihniyeti” doğrultusunda ürün vermesiyle kaim. Hal böyle olunca, medyadan “Galile etkisi”nin dışında kalmasını, “popüler yanılgılar”ı iyileştirmesini beklemek, bindiği dalı kesmesini istemek oluyor ki, en hafif tabiriyle “abesle iştigal.”
Bu tezin en ünlü savunucularından birisi, 1829-1901 yılları arasında yaşamış, İskoç kökenli bir Amerikalı gazeteci: John Swinton. New York Times gazetesi editörü Swinton’un daha o yıllarda meslektaşları tarafından şerefine verilen bir akşam yemeğinde yaptığı konuşma, bu konuda mihenk taşı kabul ediliyor: “Dünya tarihinin bu aşamasında, Amerika’da özgür basın diye birşey olmadığını, siz de, ben de biliyoruz. Hiç biriniz sahici kanaatlarınızı yazmaya cesaret edemezsiniz, etseniz bile, asla basılmayacağını bilirsiniz. Ben, gerçek düşüncelerimi bağlı olduğum gazeteye sokmamak için para alıyorum. Sizler de benzer paraları, benzer nedenlerle alıyorsunuz. Aranızda gerçek düşüncelerini yazacak kadar aptal olanınız varsa, kendisini sokakta başka bir iş ararken bulacaktır. Gerçek düşüncemin gazetemin tek bir nüshasında görünmesine izin versem, yirmidört saat geçmeden işimden olurum. Gazetecinin işi, gerçeği yoketmek; açıkça yalan söylemek; saptırmak; kötülemek; servet tanrısına yaltaklanmak ve günlük rızkını çıkarmak için ülkesini ve soyunu satmaktır. Bunun böyle olduğunu ben de, siz de bildiğinize göre ‘bağımsız basın’ şerefine kadeh kaldırmak da nasıl bir maskaralıktır?! Bizler sahne arkasındaki zengin adamların köleleriyiz. Bizler, ipleri çekildiğinde dans eden kuklalarız. Yeteneklerimiz, imkânlarımız ve hayatlarımız başkalarına aittir. Entellektüel fahişeler, bizler buyuz.”(2)John Swinton’un sözleri meslektaşlarını derinden öfkelendirirken, kendisinin “Galile etkisi”ne kurban gittiğini söylemeye gerek yok. 1880 yılında “The Sun” gazetesi için Karl Marks’la yaptığı söyleşi ile de ünlü bir solcu, Swinton. Amerikan toplumunda hakimiyeti eline geçiren “çeteler”in kimler olduklarına dair muhkem bilgilerini cansiperane bir gayretle iletmeye çalışıyor ama ödülü, madalya değil, afaroz edilmek oluyor. Oysa, insanın ilk aklına gelen, Swinton’un Amerikan basınına ilişkin yaygın yanılgıları ortaya dökmesinin, “kahramanlık” olduğu. Ama öyle değil. Swinton, asla bir “kahraman” sayılmıyor, çünkü, “kahramanlık,” harici olduğu kadar da “konjönktürel.” Yani, yerine göre, bir yakıştırmadır ve kendisine nasip olmamıştır. Bu saptama da, beni, son günlerde anlatagelmeye çalıştığım bir nüansa getiriyor: “kahraman” ile “yiğit” arasındaki yaşamsal fark.
(1)“mob rule” Philip Atkinson, “Decline of Civilization.”
(2) Labor’s Untold Story, by Richard O. Boyer and Herbert M. Morais, published by United Electrical, Radio & Machine Workers of America, NY, 1955/1979.
Gerçekler hep yetim olur. Herkes düşman olur bazen toplumlarda ve yanlızlaştırma politikası ile öteleştirilir bazıları. Galileo etkisi. Bunu sistemli yapan bir kısım var buna uyanlar neden uyar? Halk neden bu duruma ayak uydurur. Hemen bir deney ile bunu da yazalım;
Solomon Asch adında birinin yaptığı uyum deneyi. Sosyoloji-psikoloji vb. bölümler okuyanlar bu deneye yabancı değildirler. Hemen kısaca yazalım;
Asch deneyi, 1953’de yayımlanan insanın karar verme sürecinde, çevresinin etkisinin ne denli önemli olduğunu anlamaya çalışan deneydir. Deneyi Polonya asıllı ABD’li sosyal psikolog Solomon Asch yürütmüştür.
Deneye katılacak olan katılımcılara bir görüş testine girecekleri söylenmiştir. Deneyde tüm katılımcılara bir çift kart gösterilmektedir. Bu kartların birinde biri kısa biri orta ve biri uzun olmak üzere 3 çizgi vardır. Diğer kartta ise tek bir çizgi bulunmaktadır. Deneklere bu karttaki çizginin diğer karttaki çizgilerden hangisine benzediği sorulmuştur. Deneyde katılımcılardan biri hariç diğer hepsi Asch’ın asistanlarıydı ve önceden belirlenen davranışları yapmaktaydılar. Deneyin amacı gerçek deneğin davranışlarının diğer deneklerden ne derece etkilendiğini bulmaktı. Katılımcıların hepsi aynı odada durmakta ve kendilerine kart çiftleri gösterildikten sonra sırayla cevap vermeleri istenmekteydi. Gerçek deneğe ise sıra en son gelmekteydi. Sıra ona gelene kadar denek diğer katılımcıların cevaplarını duymaktaydı. İlk birkaç denemede tüm denekler doğru cevap vermekteydi. Fakat daha sonra gerçek denek dışındaki katılımcılar hep birlikte yanlış cevaplar vermeye başladılar. Cevap sırası kendisine gelen gerçek deneklerden %32’si grubun yanlış da olsa söylediği cevaba katılmıştır.
Bu da galileo etkisine toplumun nasıl ayak uydurduğuna delil bir deney. Uyma ile alakalı milgram’ın deneyine de bakılabilir gerekirse.
Çoğunluk her zaman doğru olmaz. Bazıları bunu görmez haksız da olsa çoğunluğa uyar, bazıları çoğunluk diye çoğunluğa uyar, bazılar güç-çıkar-makam vs. ilişkisinden dolayı çoğunluğa uyar. Nihayetinde hepsi yanlış yoldadır. Çoğunluk da olsalar…